Çocuklarımıza H2O’nun su formülü olduğunu öğretmeyi haklarını öğretmeye tercih ettik. Ne işe yaradı bu? Biz çocukların kalplerini kırdık, onlar camları. (Çocuk Hep Çocuk, Mustafa Ruhi Şirin) … Sahi öğretmenim, neyim ben? Yoklama listesindeki bir herhangilik mi, sıralanmış sıralarda bir nesne mi yoksa çocukluk çağı atlattırılmış kimliksiz bir birey mi? Yaşamımın bilinmeyen denklemleri de var öğretmenim. Dün aya baktım mesala. Ay. Yer çekimini, gelgiti, karadeleği inat beyaz deliği bir kenara bırakarak baktım ona. Geçen gün yolumun üstünde bir karıncayla da karşılaştım. Ağzında kocaman bir çekirdek kabuğu vardı. Düşe kalka yürüyordu, tedirgin ve aceleci. Yolun karşısına geçmesini bekledim. Geçti. Ben de. Sahi öğretmenim bizden neden hep sıralara oturtulup çiçek gibi olmamız beklenir. Ya da susmamız. Öğretmenim, biz susup çiçek gibi durunca çiçek gibi güzel olmuyoruz ki! Hem karıncayı neden gidip yuvasında ziyaret etmiyoruz. Belki biz gidince iki karınca kolinisi savaşmayı bırakır. Neden ayı geceleyin izlemiyoruz öğretmenim? Kocaman kocaman açsak gözlerimizi, waauu desek yıldızlar kayarken… Öğretmenim, neden her şeyi şu küçük sınıfa sıkıştırıyoruz ki? Biz gidelim onlara. Geçen kitapta bize kuşları anlattınız ya öğretmenim, ben o kuşlara çok üzüldüm. Onları hapsetmiştik oraya. Canları sıkılıyordur belki. Komşumuzun bahçesindeki ağaçta bir sürü kuş var. Birgün sınıfça gidip görsek onları, ekmek götürsek mesala. Öğretmenim, hani siz okulda koşmayın, toz kalkar diyorsunuz ya. Halbuki toza bulanmak istiyorum. Eve giderken annem bana kızsın istiyorum kendimi kirlettim diye. Evet, evet kızsın öğretmenim. Çocuğum ben. Bilmiyorum siz çocuk oldunuz mu? Ama umarım olmamışsınızdır çünkü ben çok sıkılıyorum bu çocukluk denen şeyden. Geçen bir rüya gördüm çünkü. Bir balık kafasını sudan çıkarıp bana baktı. Gel oynayalım, dedi. Oyun. İlk kez duyduğum bir kelimeydi. Oyun ne deyince şaşırdı. Korktu benden. Oyun nedir bilmeyen bir çocuk çok tehlikelidir, dedi. Şaşırdım. Neden, dedim. Çocuk dediğin, dedi. Çok büyük bir merakla doğar. Araştırır, sorar, korkmaz, tadar, zıplar, dokunur, koşar, kirlenir, düşer kalkar, terler, uyuklar en ummadık anda, çekinmez… Ama kötü değildir, dedi. Paylaşır, sever, korur, üzülür, gülümser, yardım eder, öğrenir… Bunları bilmeyen çocuk, çocuk olma yaşını geçince içindeki çocuğu yaşamadığı için büyük bir eksiklik olurmuş içinde ve ne yapsa bunu kapatamıyormuş. Benim içime fiilimsi, denklem, fotosentezle doldurmayın öğretmenim. Zamanı gelince öğrenirim ben. Küçüğüm daha çünkü. Bana zaman tanı. Ben kuantumu da öğrenirim, bilmem kaçıncı dereceden denklerim de. Önce çocuk olayım. Bana nasıl olduğumu sor, sevdiğim rengi sor, içimde biriktirdiğim düşlerimi sor ve belki o zaman daha çok severiz birbirimizi. Hem o zaman camları kırmam belki. Bana konuşma hakkı ver öğretmenim. Belki de tahtaya gürültü yaparak ismimi yazdırmam bir var olma çabasıdır. Ben varım. Duygum, düşüncem, rengim, sevip sevmediklerim, hüzünlerim ve gülümsemelerim… Hem ben suyun formülünü ne yapacağım öğretmenim, oyundan sonra susayıp kana kana içmedikten sonra. Üstelik balık da bilmiyordu içinde yaşadığı şeye su denildiğine. Ama mutluydu. Okul beni mutlu yapsın öğretmenim! Bak yine canım sıkıldı, kaç zil kaldı eve gitmeye?
16 Kasım 2016